Feminist kimdir?
Türkiye Raporu Temmuz 2021 No.1’de “feminist kimdir” diye sorduk. %30’luk çoğunluk “kadın hakları savunucusu” dedi. Onun arkasından en yüksek ikinci orana (%18) ulaşan cevap “bilmiyorum/fikrim yok” oldu. Ona yakın bir oranla (%15.5), üçüncü ise “kadın-erkek eşitliği savunucusu”[1]. Aslında sorunun şıklarında sunduğumuz tanımlar, bir feminist için olmasa da başka bir feminist için uygun olabilecek tanımlar:
- Kadın hakları savunucusu
- Solcu veya anarşist
- Cinsiyetsizliği savunan
- Laiklik savunucusu
- LGBT savunucusu
- Erkek düşmanı
- Kadın-erkek eşitliği savunucusu
- Hepsi
- Hiçbiri
- Bilmiyorum
Elbette bu tanımlar feminist kimliği tanımlamak için olduğu kadar, bu kimlik hakkında olumsuz anlam ifade etmek için de kullanılabiliyor. Örneğin “erkek düşmanı”, genelde feminist düşünceyi çarpıtmak için karşıtları tarafından kullanılırken, dünyada “erkek düşmanı” veya cinsiyetçi denilebilecek radikal feminist akımlar da yok değil. Feminizmin kendisi LGBT dostu ve savunucusu bir fikir olarak kabul edilirken, “LGBT savunucusu” tanımı homofobik çevrelerce olumsuz anlamda da kullanılabiliyor. Aynısı “cinsiyetsizliği savunan” tanımı için de söylenebilir. Bu yüzden, anketteki diğer sorulara verilen cevapları da dikkate alarak, yukarıda listelenen şıkları, çoğunlukla olumsuz kullanılma eğilimine göre koyu renkle işaretledik.
Feminist kimliğin olumsuzlanması, şeytanlaştırılması, marjinalleştirilmesi kimi zaman yanlış bilgilenme, kimi zaman radikal feminist söylemlere maruz kalma gibi farklı farklı sebeplerle, dünyanın her yerinde görülebilir. En nihayetinde bir düşünce akımı olan ve çeşitleri bulunan feminizm, semavi dinlerin prensipleriyle veya gelenekçi toplulukların çıkarlarıyla çelişebilir. Diğer taraftan; müslüman feministler, katolik feministler, erkek feministler, çevreci feministler ve benzerleri de vardır. Düşünce akımları gibi, inançların ve geleneklerin de prensipleri görecelidir. Kendi içlerinde farklı mezhepler, görüş ayrılıkları olur. Hatta kimi feminist hareketler rasyonel bir düşünce akımından çok, bir dini inanç gibi oluşabilir. Toplumun, bu ve bunun gibi farklılıkları yönetme kapasitesi, bir düşünceyi veya bir inancı geliştirir ve geleceğe taşır. Böyle bir kapasitenin olmaması durumunda ise, genelde farklı olanlar yok edilir ve yerlerinde bir boşluk kalır.
Anti-Feminist Propaganda
“Cinsiyetsizliği savunan” tanımı ülkemizde ısrarla hem feminizm hem kadın hakları hareketleri için kullanılıyor. İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında da sık sık “geleneksel aile yaşamının düşmanı” olarak duyduğumuz “cinsiyetsizliği savunanlar” tanımını internette de çokça görüyoruz.
Sağdaki örnekte, “toplumsal cinsiyet”, “cinsiyet eşitliği” ve “cinsiyetsizlik” olmak üzere, feminist literatürde kullanılan birbirinden ayrı 3 kavram, yanıltıcı şekilde “cinsiyetsizliğe” indirgenmiş. Bu bağlamda özel sektöre parmak sallayan bir dil kullanılmış.
Soldaki örnekte Kaplan (2020), yine feminizm akımını “cinsiyetsizlik” kavramına indirgemek suretiyle, bu sefer kamuya ve sivil topluma parmak sallayan bir dil kullanıyor.
Ancak gazetelerin “sert uyarıları” biraz abartılı çünkü kamu kurumları zaten aynı şeyi tekrarlamaktalar. Aşağıdaki örnekte Anadolu Ajansı’nın internet sitesinde Güney Kore’den yayılan K-POP (pop müzik akımı) için “cinsiyetsizleştirme projesinin bir parçası” deniyor. Bu örnekte, indirgemeci yaklaşım artık “komplo teorisine” evrilmeye başlıyor: “cinsiyetlerin ortadan kaldırıldığı bir kaos”, “planlanmış bir anarşi” yaratmak için Güney Koreli popçular ve “Batılı” feminist akademisyenler sanki birlikte bir komplo kuruyorlarmış gibi bir anlatım görüyoruz.
Resmi bir kamu ajansından aynı söylemin yayılması, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken indirgemeci yaklaşımın, feminizm akımına istinaden resmi söyleme dönüştüğüne işaret ediyor. Bu tek sesli ve anti-demokratik duruma bir başka işaret, iktidar partisinin resmi bir yetkilisinin İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında aynı söylemi tekrarlaması (aşağıda). Feminizm kapsamına giren farklı akımların kamu veya iktidar partisi yetkilileri tarafından, kamuoyunda yeterince tartışılmadan, bu akımların tümünü “cinsiyetsizliğe” indirgeyip “düşman” ilan etmek taraflı ve sistemli bir davranış. Bu bağlamda, feminizme karşı, “cinsiyetsizlik komplosu” yaftasıyla yürütülen bir propaganda olduğu söylenebilir.
“Cinsiyetsizlik komplosu” söylemi sivil toplum ve sendika alanlarında da görülüyor. Aşağıdaki örnek Genç Öncüler Dergisi dijital yayını. Bu örnekte, Feminist düşüncenin, Avruğa Birliği tarafından bürokratik yollarla dayatılmasına karşı çıkan bir yazı var. Yazının geneli muhafazakar ve teolojik bir pencereden feminizmi eleştiriyor. Asıl eleştiri noktası ise, kamuoyunda demokratik biçimde tartışılmamış uygulamaların bürokratik yollarla “toplumsal cinsiyet eşitliği” amacıyla eğitim sistemine sokulması (Öztürk, 2019). Her ne kadar bu dayatma asıl eleştiri konusu olsa da, yazının devamında konu demokratik süreçlerden biraz sapıyor. Eleştirilen konu “Batı’nın sinsi bir komplosu” gibi yansımaya başlıyor.
Aşağıdaki örnekte ise bir sendika toplantısında yaptığı konuşmada sendika başkanını “cinsiyetsizleştirme komplosu” söylemini tekrarlarken görüyoruz. Konuşmanın esas konusu devletin ücretsiz dağıttığı ders kitaplarının niteliksiz olması ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu konuda bir şey yapması gerektiği. Konu buradan feminizme ve İstanbul Sözleşmesi’ne sapıyor ama bir önceki örnekten farklı olarak, konuşma içinde feminizm veya toplumsal cinsiyet konularında siyasi veya sosyolojik bir argüman sunulmuyor. Yalnızca Doğu Avrupa ülkelerinin de İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olduğu bilgisi veriliyor. Bunun haricinde, dinleyiciler/okuyucular feminizm, sözleşme ve toplumsal cinsiyet eşitliği konularında olumsuz genellemelere ve önyargılara maruz kalıyor. Bunların arasında ise “cinsiyetsizleştirme komplosu” vurgulanıyor.
“Cinsiyetsizleştirme komplosu” söylemini tekrarlayan gazete, resmi ajans, sendika, sivil toplum kuruluşu ve siyasi parti zincirine bakınca sıkı bir propaganda çalışması yürütüldüğü görünüyor. Ancak, anketimizin sonuçlarına göre, katılımcılar arasında feminist kimlik için “cinsiyetsizliği savunan” tanımını kullananların oranı yalnızca %2,7 oldu. Sadece kendini muhafazakar-milliyetçi diye tanımlayan Cumhur İttifakı’nın seçmenleri arasında da yaklaşık %3 oranında “cinsiyetsizliği savunan” diyen oldu. Feminist kimlik için olumsuz anlamda “solcu-anarşist” veya “erkek düşmanı” diyenlerin oranları, “cinsiyetsizliği savunan” diye tanımlayanlardan çok daha yüksek. On yıllardır yaygın olan bu anti-feminist söylemleri geçmek kolay değil. Böyle baktığımızda, söz konusu “cinsiyetsizlik komplosu” söylemi, toplum içinde henüz tam anlamıyla yerleşmemiş, yayılmamış olabilir. Gelecekte daha çok gelişip destek bulabilir.
Post-Cinsiyetçilik (Kimine Göre “Cinsiyetsizlik”)
Post-cinsiyetçilik, teknolojik ve toplumsal ilerlemeler sonucunda gelecekte kadın-erkek ayrımının hem fiziksel hem sosyal anlamda ortadan kalkacağını (veya önemini yitireceğini) iddia eden, feminizm kapsamında bir düşüncedir. Özünde, cinsiyetlerin ve insanların kadın-erkek ikiliği gibi ikilikler veya doğulu-batılı gibi “zıtlıklar” üzerinden tanımlanmasına karşıdır. Bu yüzden, “girl power” olarak da bilinen “daha güçlü ve daha görünür kadın” söylemini destekelemek, mutlak kadın üstünlüğüne inanmak veya kadın ve erkeği eşit ama ayrı kabul etmek feminizmin farklı boyutları olsa da, post-cinsiyetçi düşünceye uygun değiller. Post-cinsiyetçilik, radikal yerine özgürlükçü bir akım olduğunu iddia etse de, insanlığa dair “ilerleme/gelişme” tanımı Türkiye muhafazakarları için çok radikal değişimler öneriyor.
Aslında anket sorumuzun şıklarına koyduğumuz tanımların hepsi, bakış açısına göre değişmekle birlikte, doğru sayılır. Feminizmin kendi içinde farklı akımlar olduğuna göre, bu tanımlardan herhangi birini tüm feministler için genelleyemeyiz. Genellemeye karşıyız, ancak: Özellikle Türkiye’de feminist düşünceye karşı kullanılan söylemlerin çoğunu tek bünyede toplayan; yani aynı anda solcu-anarşist, cinsiyetsizliği savunan, LGBT savunucusu, hem din hem erk düşmanı bir feminist var:
1944/Colorado doğumlu meşhur profesör Donna Harraway. Kendisi, 1985 yılında yayımladığı “Cyborg Manifestosu” ile meşhur. Aslında akademik bir metin olan bu “manifesto”, sosyalist-feminist, post-humanist, post-cinsiyetçi fikirler öne sürer ve bu fikirler doğrultusunda öngörülerde bulunur.
Cyborg Manifestosu, bir bilimkurgu figürü olan cyborg karakterini, geleceğin teknolojik ve sosyal değişimleri sonucunda ortaya çıkacak “fütüristik” bireyi tarif etmek amacıyla, bir metafor olarak kullanır. Hatta dünyaca ünlü Terminator (1984) filmi de aynı döneme denk gelir. Arnold Schwarzenegger’in canlandırdığı karakter gelecekten gelen bir cyborg askerdir. Harraway ise toplumun ve geleceğin militarize edilmesine karşıdır.
Manifestoya göre, gelecekteki “cyborg birey” makine-insan ikiliğini aşmıştır. İkilikleri (dualism ve binary düşünme biçimini) kabul etmez. Yarı makine yarı insan bir beden, kendini hala insan olarak tanımlasa bile, ne tamamen doğal, ne tamamen yapaydır. Her ikisi de asla olamaz. Haliyle, yapay-doğal ikiliği onun için anlamsızdır.
Farklı bir fiziksel gerçeklik yaşadığı gibi, farklı bir sosyal gerçekliği de vardır. Manifestoda (1985) öngörülen geleceğin sosyal gerçekliği, bugün Hristiyan inanış ve geleneklerinin Batı toplumlarına dayattığı ikili cinsiyet rollerini, erkeğin üstünlüğünü, babalığın ve çekirdek ailenin kutsallığını tanımaz. Hristiyan inanışında yaratılış ve kurtuluş, günahkar-masum ikiliğine dayanır. Cyborg ise üremeyi bir günah olarak göremez, zaten bir kısmı ürememiş, üretilmiştir. Dolayısıyla, ahlak anlayışı cinsellikten ve cinsiyetten bağımsızdır. Toplumun normlarından bağımsız olmaya çalıştığı için bir nevi sapkın olduğunu kabul eder ama kendini toplumdan tamamen izole etmez. İkiliklere karşı olmasının sebebi toplum değildir. Aksine, ikiliklerin topluma dayatılmasını, toplumu oluşturan bireye karşı bir tehdit olarak görür (Harraway, 1985).
Cyborg metaforu bugün bile kulağa fantastik geliyor olabilir. 1985 için de en az o kadar “tuhaf” bir metafor. Gerçekçi olmak gerekirse, 1985 senesinden bugüne kadar gelişen teknoloji ve yaşanan dijital devrimle beraber cyborg metaforunun gerçeklik payı da arttı. Harraway, o dönem için tıpta yaşanan gelişmeleri örnek gösteriyor. Bugün için örnek vermek gerekirse; dijital teknolojiler siyasetten ekonomiye, sağlık sektörü de dahil olmak üzere, insan yaşamında çok daha fazla yer kaplıyor. Genetik bilimi sayesinde tıpta ve tarımda insan müdahalesi çok daha fazla. İletişim teknolojileriyle birbirimizi karşılıklı beslediğimiz bir ilişkimiz var. 1985’in analog gerçekliğine kıyasla, bugün neyin gerçek olup olmadığını kolayca bilemeyeceğimiz bir dijital evrene sahibiz. Bu dijital evrende halihazırda birden fazla kimlik sahiplenen milyonlarca birey var. Farklı kimliklerimizi, sosyal gerçeklikten gizlediğimiz sırlarımızı dahi, dijital gerçekliğe aktarıyoruz. Hatta sosyal gerçekliğin önemli bir bölümünü, artık dijital evrenden yönetiyoruz.
“Bilimkurgu ve sosyal gerçeklik arasındaki sınırlar yalnızca bir optik illüzyondur” (Harraway, 1985:6)
Kapitalizm ve Cinsiyet
Harraway sosyalisttir ama devlet sosyalizmini desteklemez. Siyasi olarak anarşizme eğilimlidir. Cinsellik, üreme, aile yaşamı, kamusal yaşam nasıl birbirileriyle bağlantılıysa, bunların ekonomi ile de sayısız biçimde bağlantılı olduğunu söyler. Benzer şekilde, yeni teknolojiler de ekonomiye özelleştirmeler yoluyla bağlanır (bugünün özel sektöründe teknoloji devlerinin gücünü düşünelim). Mülkiyetin en ince detaylara, anlık verilere kadar inmesi ve bunların yoğun şekilde özelleştirilip zengin bir azınlığın kontrol ettiği piyasaya dahil edilmesi, Harraway’a göre, sağcı ideolojilerin hedefidir (Harraway, 1985).
Harraway’in yukarıda özetlenen görüşleri şöyle yorumlanabilir: (1985-ABD için konuşuyoruz) Mevcut ekonomi zaten “kasabalı”[2] ekonomisidir. Zengin azınlık, mevcut gücünü geleceğin teknolojilerini tekeline almak için kullanacaktır. Böylece katladığı gücünü, kitleleri her an izleyip kontrol altında tutmak için kullanacak olan sağcı ideoloji, özgürlüklerin olmadığı (veya birer illüzyon olduğu) bir toplum yaratmayı hedefler. Cyborg her ne kadar dine, sermayeye, geleneğe, topluma düşman gibi görünse de, esas olarak bu kontrol sistemine düşmandır. Dolayısıyla, bireyin özgürlüğünü savunmak, bireyin benliğinde çok büyük rolü olan cinsiyetini ve bireyin doğayla bağı olan cinselliğini özgürleştirmekten geçer.
Sosyalist-feminist görüş, kapitalizmin egemenliğine karşı çıktığı gibi, kapitalizmin hiperseksüel bir toplum yaratmasına karşı çıkar. “Daha erkek” veya “daha kadın” olmak için daha çok tüketmek, yani cinsiyetin bir tüketim motivasyonuna dönüşmesi, kapitalizmin bireyin benliği üzerinde hakimiyet sağlamasıdır. Hepimizin tükettiği ürünler ve markalar arasında “gereksiz cinsiyetlenmiş” olanlar mutlaka vardır. Beraber sorgulayalım, mesela: erkek için ayrı kadın için ayrı jiletler, şampuanlar, sigaralar olması benliğimize ne katıyor? Topuklu ayakkabı kadının, hatta kimine göre özgür kadınların sembolü haline gelirken, erkeğin de kravatla temsil edilmesi bu ürünlerin fiyatlarına nasıl etki ediyor? Liderleri sadece görüşleri için mi destekliyoruz, yoksa bir yandan anne/baba olmaları da önemli mi? Bir araba nasıl “kadın arabası” olur? Bir araba bir erkeğe, nasıl bir kadın gibi hitap edebilir? Özel sektörün propagandası olan reklam ve pazarlama faaliyetleri böyle bir sosyal gerçeklik oluşturur. En azından bir hedef kitle veya bir toplumun geneli tarafından kabul görmüş normları, klişeleri tekrar üreterek daha yaratıcı ve titiz biçimlerde sunar. Bu, tüketim toplumları için olmazsa olmazdır.
Sadece cinsiyet değil her konuda, kapitalizm durağan, katı, abartılı-
kimlikler yaratır. Oysa ki cyborg gerçekliği, dinamik ve akışkandır. Taşıdığı kimliklere bağlılık yemini yoktur. Sosyalist-feminist açıdan bakınca, “gereksiz cinsiyetlendirme” alışkanlığı bir cinsiyet sömürüsüyken başka bir pencereden bakıldığında, çeşitlenen ve spesifikleşen talebi karşılamak anlamına gelebilir. Ancak, her şeyin cinsiyetlendirilmesi normalleştikçe, biz de sürekli kimin ve neyin, nasıl ve ne kadar kadın/erkek olduğuna karar vermek durumunda kalıyoruz. Bunu her gün, her saat, her an yapıyoruz. Gereksiz cinsiyetlendirme davranışı bizim için bir sosyal refleks haline geldiğinde ikili düşünme biçimi, bizim düşünme biçimimiz oluyor.
Ya Komplo, Ya Teori !
Kendisi 1980’lerin Amerikasında sosyalist-feminist kimliğiyle tanınanHarraway, içinde yaşadığı Batı kültürüne ve ABD siyasetine muhalif birisi. Cyborg Manifestosu da Harraway’in Hristiyan, beyaz, Avrupalı, ırkçı ve erkek egemen olarak tanımladığı Batı’nın eleştirisi olarak okunabilir. Başka bir deyişle, cyborg “Batı kültürünü” reddetmektedir (ama 1985’te).
Takdir edersiniz ki, son 36 yıllık süreçte dünya çok değişti. Batı’nın daha çok göçmene, daha çok yeni pazara, çok-kültürlü toplum yapısına, bu yapıyı sürdürebilecek demokratik kurumlara ve nitelikli kadrolara ihtiyacı oldu. Kentleşme, globalleşme, dijitalleşme gibi dönüşümlerin sonunda, fani dünyada kaderi belli Avrupa köylüleri, modern dünyada ayrıcalıklı imkanlara sahip bireyler oldular. Kendi kimliklerini oluşturma özerkliği elde ettikleri için milliyet, din, meslek, cinsiyet gibi konularda da birden fazla kimlik edinmeye başladılar. “Bu veya öteki” dayatmasından kurtuldular ama Harraway’in feminist ütopyası da gerçek olmadı elbette. Ancak Cyborg Manifestosu, kaynakları, argümanları ve öngörüleriyle teorik olarak tutarlı olmaya devam ediyor. Harraway teorilerini yayımladığı dönemde bazı Amerikalıların Harraway’i “dış güçlerin piyonu”, “Rus ajanı”, “komünist propagandası yapıyor” diye suçlamış olduklarını tahmin etmek zor değil. Bugünün Türkiye’sinde de Harraway ve onun gibi feminist düşünürler “Batının ajanı”, “emperyalizmin propagandasını yapıyor”, “cinsiyetsizlik komplocusu” diye suçlanıyor.
“Komplo teorisi” ile “teori” arasındaki fark birinin “tutarsız ama tutarlı gibi”, diğerinin tutarlı olmasıdır. Örneğin, “cinsiyetsizleştirme komplosunu” bir teori olarak sorguladığımızda, feminizmin Batılı olmayan toplumlara karşı bir komplo olarak tasarlanmadığı görülüyor. Diğer taraftan, günümüzde AB’nin çoğunluğu feminizme sahip çıkıyor ve etki edebildiği coğrafyalara dayatıyor. Hatta bu dayatmacı tavır, feminizmin kendi içinde de bir tartışma konusu[3]. Ancak böyle bir dayatmayı güncel siyasi bağlamından koparıp, göreceli bir tarihi bağlama (Doğu-Batı çatışması, tarihi komplo vb.) oturtmaya çalışınca tutarsızlaşıyor. Çünkü feminizmin tarihi, günümüzün birtakım dayatmacı politikalarıyla sınırlı değil.
Bir teorinin tutarlı olup olmadığını anlamak zaman ve veri gerektiriyor. Mesela akademik dünyada tezlerin bir jüri karşısında savunulması boşuna değil. Komplo teorisi ise detaylı ve gerçek bir teori sunmaya çalışmaz. Amacı bu değildir. Gerçek anlamda kaynak, veri, argüman barındırmaz. Şüphe, endişe, korku, panik gibi duyguları ikna edici biçimde aktarabilen, boşlukları göze batmayacak şekilde kurgulanmış bir hikaye sunar. Örneğin:
“1900’lerin başlarında, tüm insanlığa üstünlüğünü kabul ettirmiş olan Avrupa medeniyetini devirmek için karanlık oyunlar oynandı. Kadınları Hava Kuvvetlerine alarak başlattıkları süreçte Müslüman doğulu Türkler, sivil kadınlara da aniden seçme-seçilme hakkı vererek Batılı kadınları kışkırttılar. 1934’teki bu feminizm dayatmasıyla geleneksel Hristiyan aile yapısını bozguna uğrattılar. Şimdi aynı Türkiye Cumhuriyeti, feminizmi şeytanlaştırıp kendinden uzak tutarak uyanıklık yapıyor”[4]
Yukarıdaki örnek kulağa çok saçma gelebilir. Nitekim öyle: Mevzubahis dönemin siyasi koşulları veya Avrupa’da ve Osmanlı’da feminizmin tarihi tamamen yok sayılarak adeta uydurma bir tarihi bağlam yaratılmış. Evet, absürd ama yeterince tekrarlarsanız, unvan ve itibar sahibi kişilere de tekrarlatırsanız, bu uydurma hikayeye inanacak Batılılar bulabilirsiniz.
Yazımızı bitirirken, bu konuda nihai görüşümüzü özetleyelim: Evet, feminizm cinsiyetsizlik savunuculuğu olabilir. Hayır, ülkemize karşı tasarlanmış bir komplo değildir. Birçok feminist düşünürün de ifşa ettiği gibi, sömürgecilikten ırkçılığa türlü güç oyunlarıyla yakından ilişkili Batı-merkezci veya Avrupa-merkezci düşünce biçimi, ne dayattığından bağımsız olarak dayatmacıdır. Bugün feminizmi, yarın laik olmayan bir düzeni dayatabilir.
Eğer milliyetçi bir perspektiften yazmak gerekirse, bizi kendi milli çıkarlarımız ve vatandaşımız olan bireylerin çıkarları ilgilendirir. Feminist düşünceye sahip çıkan vatandaşlara sansür ve baskı uygulanması, bu alanda fikir üretmesi beklenen vatandaşların etkisiz hale getirilmesine sebep olur. Bu vatandaşlar etkisiz kılınınca, savundukları fikirlerin dayanağı olan yaşanmışlıklar birden bire silinmeyeceğine göre; onların yokluğunu hikayelerle doldurmak mecburiyetinde kalınır. Bu, uzun vadede sonuç vermeyecek günübirlikçi bir anlayıştır. Tıpkı komplo teorilerinin “tarihin ve yaşamın doğal akışına” ters olması gibi. Teorisizliğe dayalı bu durum, toplumumuzu entellektüel anlamda zayıf ve dayatmalara açık hale getirir.
Notlar
[1] Sorunun ve analizin detayları için bkz: Türkiye Raporu Temmuz 2021 No:II
[2] Bkz: https://www.turkiyeraporu.com/arastirma/kasabalilastirdiklarimizdan-misiniz-4343/
[3] Abu-Lughod, 2002
[4] Alıntı değil, uydurmadır!
Kaynaklar
Abu-Lughod, Lila. 2002. Do Muslim women really need saving? Anthropological reflections on cultural relativism and its others. Ethics Forum: September 11 and Ethnographic Responsibility. American Anthropologist Vol. 104 No.3 pp.783-790
Haraway, Donna J. 1985/2016. A Cyborg Manifesto. University of Minnesota Press
Kaplan, Yusuf. 2020. Erdoğan, İstanbul Sözleşmesi’ni Çöpe Atmalı! Yeni Şafak: https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusuf-kaplan/erdogan-istanbul-sozlesmesini-cope-atmali-2055842
Lévi-Strauss, Claude. 1973. Tristes Tropiques. Trans. John and Doreen Weightman. New York: Atheneum.
Öztürk, Beyza H. 2019. Cinsiyetsizleştirme operasyonu ve şeytan mantığı. Genç Öncüler Dergisi. SEKAM:http://www.sekam.com.tr/sayfa.php?detay=cinsiyetsizlestirme-operasyonu-ve-seytan-mantigi